Yusuf Taktak’ın henüz ilkokul sıralarındayken başlayan sanat serüveni, bir taşın suya verdiği karşılıksız tepki gibi, içgüdüsel bir yönelişten doğmuş; genç bir öğretmenin kısa sürede sanatsal kimliğini tanıyan ilk bakışa dönüşmesi, onun hayatındaki ilk onay ve hedef anı olmuştu. Akademi fikri, o gün defterine yazılmış cümleyle, kader çizgisini zihnine kazımış ve yıllar sonra gerçekleşen bir hedefe dönüşmüştü. 1974 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olduğunda, resmin teknik ve estetik biçimlerine hâkim bir sanatçı olmasının yanında, kendi çağının tanığı ve yorumcusu olmayı seçmişti. Aynı yıl katıldığı Uluslararası Salzburg Yaz Akademisi’nde edindiği deneyimler, onun sanat anlayışına uluslararası bir boyut kazandırmıştı. 1980’li yıllarda Türkiye’deki avangard hareketlerin içinde kendisine önemli bir yer edinmiş ve kariyeri boyunca üretimleriyle sanat damarlarından birini oluşturdu. Sanatçı, hiçbir zaman yalnızca biçimsel ya da teknik bir araştırmanın peşinden gitmedi. Onun sanatında imgeler, birer estetik öğe olmakla birlikte, bireysel ve toplumsal tarihin kesişim noktaları haline geldi. Kültürel sembollerin hafızalarımızda kök saldığı imgelerle dilini zenginleştirdi. Sanatçının üslubu, kendini bir kalıba kapatmamış; her dönem farklı arayışlarla yeniden şekillenmişti. Akademi yıllarında foto-gerçekçi bir yaklaşımı benimseyen sanatçı, mezuniyet sonrasında toplumsal gerçekçiliğe yönelmiş; 12 Eylül’ün ağır siyasi ikliminde ise soyutlamaya doğru ilerlemişti. Bu dönüşüm, estetik bir tercih olmasının yanı sıra dönemin toplumsal koşullarının ve bireysel yolculuğunun doğal bir sonucuydu.
Taktak’ın ilham aldığı çadır formu, hem toplumsal mücadelelerin hem de göçebe yaşamın simgesidir. Grev çadırlarında direnişi, göçebe çadırlarda aidiyeti ve geçiciliği gören sanatçı, tarihsel bir göndermede bulunur ve yaşamın geçiciliğine dair bir metafor kurar. Zamanla bu form, geometrik bir üçgene dönüşür, ardından dikeyleşerek dikilitaşa evrilir. Dikilitaş, Taktak’ın görsel dünyasında; zamanın, uygarlıkların ve yaşam formlarının işaretidir. Sultanahmet Meydanı’ndan Nişantaşı’nın tarihine, imparatorluk anıtlarından modern kent belleğine kadar uzanan bir dönüşümün göstergesi haline gelir. Böylece medeniyetin, zamanın ve aklın tahayyül arasındaki eşiklerine odaklanır. Sanatçının imgeleri toplumsal ya da kültürel göndermeleri taşıdığı gibi, kişisel deneyimlerinin damgasını da taşır. Bisiklet formu, ilerlemenin mecburiyetiyle; süreklilik, devinim, sınırlar ve ilerleme arasında bir denge kurar. Zamanla bir nesne olmaktan çıkıp, sanatçı ruhunun imza sembolü haline gelir. Böylelikle Taktak’ın eserlerinde hiçbir şey mutlak bir durağanlığa teslim olmaz; her form, bir hareketin parçasıdır ve her hareket, sanatçının dinamik ruh halinin izlerini taşır. Bu çeşitlilik, sanatçının estetik özgünlüğünü de yansıtır ve böylece renk, kompozisyon, hareket ya da kontrasların dengesi, gerektiğinde devreye giren ve anlamı taşıyan araçlar olur. Sanatçı, eserlerinde oyun alanı yaratır; nesne ile imge arasındaki sınırları bulanıklaştırarak, modern hayatın karmaşık, tekinsiz ve sürekli dönüşen yapısını açığa çıkarır. Eserlerinin adeta bir sahne gibi kurgulanması, Yusuf Taktak’ın sanatına yapısal bir zenginlik yaratır. Resim geleneğine alternatif olarak ürettiği; kolaj, enstalasyon, asamblaj düzenlemeler, izleyiciyi daha organik bir etkileşim içine çeker. Bu çerçevede, sanatçının eserlerindeki estetik ifade biçimi, anlam oyununa dönüşür; sınırların yeniden düşünülmesi için özgün bir alan açar.
Sanatçı, sınırların dışına yeniden çıkarak, araştırmacı kimliğiyle sanat tarihine önemli katkılarda bulunur. Yıllar içerisinde biriktirdiği “Türkiye’de Sanat” konulu arşiviyle, Türkiye’nin sanat belleğini korumak ve geleceğe aktarmak adına değerli bir çalışma yürütür. SALT Araştırma’nın katkılarıyla iki yıl süren sınıflandırma, sayısallaştırma ve kataloglama çalışmaları sonucunda bu arşiv bugün dijital ortamda araştırmacıların erişimine açılmıştır. Bu birikim, Türk sanat tarihine kalıcı bir katkıdır.